Monthly Archives: Ocak 2010

Bırak Elleme Çağaya – Avatar

Evet arkadaşlar James Cameron yine sudan uzak duramadı. Peki şikayetçi miyiz? Ben değilim. Anlatayım.

Esin Küçüktepepınar Sabah Gazetesi’ndeki yazısında demiş ki, “Bu tür mesellerin sorunu ‘düşünen hayvan’ olan insanın ilk yabancılaşmayı doğanın kendisiyle yaşadığını gözardı etmesi. Dolayısıyla ‘Pocahontas’ misali bakir gezegen, ‘insan tasarrufu’, ‘cennetin ta kendisi. ‘Gerçek ve doğal’ olanın kıymetini bilmenin aracı olarak yapay bir teknoloji icadını (Avatar) devreye sokan ana fikir de burada iflas ediyor.” Oysa James Cameron ne insanın doğaya olan yabancılaşmasını, ne de ondan önce gelen ve zaten filmde de öncesinde gerçekleşen insanın kendisine olan yabancılaşmasını gözardı etmiş değil. İlk “Alien” filmini hatırlarsınız. Bu bir anneyle dölünün ayrılma öyküsüdür. Ayrılmanın tamamlanması için dölün yabancılaşmaya ihtiyacı vardır. Son sahnede Ripley göbek kordonuyla kendisine bağlı kalan xenomorph’u üzerine hava ve su, yani yaşam boşaltarak serbest kılar. “Alien” serisinin devamını getiren yönetmenlerden olan James Cameron’da farkındalık meselesini bu eksende anlatıyor.Jake Sully daha Pandora’ya inmeden kendi bedeninin yarısını geride bıraktığı gibi ikizinin bedeninin yanışını da dışarıdan izliyor. Yani bir anlamda kendi bedenini yakıyor. Avatar’ını gördüğü sahnede de kardeşine benzediğini söylemesinin ardından ekiptekilerden birinin, “Sana benziyor” demesiyle kademe kademe farkındalığa giriyor. Zaten James Cameron’un yabancılaşma temasını es geçmesi mümkün değil, çünkü tüm sineması, “Yabancılaşma farkındalıktır.” cümlesi üzerine kurulu. Yabancılaşmayı doğanın kendisiyle yaşamamız doğaya hayran kalmamıza ve arzu nesnemizin, tasarrufumuz ve cennetimizin doğa olmasına ne zaman engel oldu ki? Jake’de ilk olarak bedeninin bir eşini kardeşinin yakılmasına tanık olma yoluyla ardında bırakarak, ardından da Navi bedenine girerek iki kez yeniden doğuyor. Hatta Navi tabiiyetine mutlak geçişinden önce bir süre her iki bedende de takılıyor. Yani tekrar tekrar bedenine yabancılaşıyor.

“Avatar” bugüne kadar izlediğim bilimkurgular arasında bilimkurgusal izahatle fantastik izahati en büyük başarıyla birleştiren film. Jake bütün ağın insan yapısı olmakla en baştan açıklandığı teknoloji merkezli insan dünyasında uykuya yatarak her şeyin yaratılıştan bağlantılı olduğu ve yanıt bulmaya çabalamamanın doğayla bir olmanın ön koşullarından olduğu Navi alemine geçiyor. Her Navi başının arkasından çıkan bağlantıyla bütünleşik halde. Uzay gemisi mutlak bilimkurgu, Pandora hakiki fantastik. Giovanni Ribisi’nin canlandırdığı Parker Selfridge haklı. Hangi uzvunu savursan kutsala çarpıyor. Baştan aşağı çift kişilikli bir film yaratmış olması da James Cameron’un temasına bağlılığını ve hakimiyetini gösteriyor.

Avatar’daki tüm deneyim esaslaştırıcılıklar da özdeşleşmedense yabancılaşma yaratmaya odaklı. Filmin benim izlediğim IMAX sürümünde hem perdenin devasalığı, hem de üç boyut algısı izleyiciyi filmin içine almaktansa yaratılan etkinin hayranlık uyandırması üzerinden bir farkındalık ve yabancılaşma dayatıyor.

James Cameron’un izlediğim her filminde dünyalar arası geçişlilik teması vardır. İnsanların arasına giren ve, veya zamanlarına geçen, insan kılığındaki robot-cyborg-androidler (Terminator, Aliens), tüm işi sızma eylemi üzerine kurulu olan bir ajan (True Lies), bir geminin katlarıyla ayrılmış sosyal katmanlar arasında gezinen insanlar (Titanic), su yaşamına adapte olma çabasındaki kara canlıları (The Abyss). Bu öteki türle iletişim kurma çabasının bir çeşit tezahürü de bir araç ya da aracının içine girmek şeklinde gerçekleşiyor. “Aliens”daki ve “Avatar”daki exosuitler, “True Lies”daki Harrier jeti, “Abyss”deki batiskaflar ve yine “Avatar”daki Avatar’lar buna örnek gösterilebilir. James Cameron her filminde zamanını, sınıfını, ırkını, türünü yani bağlamını seçen insanı anlatıyor. Yani seçme hakkına inanıyor. Son olarak Avatar’da bu seçme hakkı meselesini gösterim formatlarına bile taşıdı. Filmi üçü üç boyutlu toplam dört farklı formatta izlemeyi seçme şansına sahibiz.

Bakın ben psikanalist değilim. Hatta dürüst olmak gerekirse tüm psikanaliz bilgim en temel birkaç kaynağın ve Bülent Somay’dan aldığım tek dönemlik dersin ötesine geçmez. Ama eğer James Cameron’ın sudan çıkması kendi exosuit’ini terketmesi ve bir yandan iyileşirken, öbür yandan saplantısı olan yabancılaşma meselesini bir kenara atması anlamına gelecekse bırakın kendi göletinde oynasın. Ne de olsa bu bir sinemacının ölümü demek olurdu.