Monthly Archives: Ağustos 2010

Dinle Sözüm Al Nasihat – Inception

“Inception”, tekelleşme sürecindeki bir şirket yöneticisi olan Robert Fischer’ın (Cillian Murphy) zihnine müdahale etme çabasını anlatıyor. Yani yapay yöntemlerle kapitalist güdüleyenlerini dizginleyecek dünya görüşü elde etmesi sağlanmaya çalışılıyor. Bunun için de rüya yoluyla zihnine girilip, içeri bir fikir nüvesi bırakılması, yani Fischer’a, aşılama metoduyla bir dünya görüşü transplantasyonu yapılması gerekiyor.Bu noktada eğer karşımızda sıradan bir yönetmen olsaydı (sıradandan kastım, “Batman Forever” ve “Batman and Robin”deki Joel Schumacher yönetmenliği) bu yönetmen aşılama metaforunu izleyiciye bitki imgesiyle yüklerdi. Hatta karşımızda sözlük anlamıyla aşılanmış ağaçlar bile görebilirdik. Ama Christopher Nolan metaforunu bitki imgesiyle dayamaktansa bitkinin yokluğuna yüklenmiş.

Inception’daki esas rüya dizilimi altı aşamadan oluşuyor. Bunlar, gerçek dünya olan uçağın birinci sınıf kabini, Robert Fischer’ın zihni, bu katmandan kaçtıkları otel ortamı, bir dağın zirvesiyle bu zirvedeki, labirenti barındıran yapı, Cobb (Leonardo DiCaprio) ve Mal’un (Marion Cotillard) tasarladıkları rüya şehri ve Saito’nun (Ken Watanabe) limbosu. Bu katmanların ortak noktaları bitki örtüsüz oluşları. Dağın yamacındaki el kadar ağaç örtüsü de çığ altında kalıyor. Çünkü Fischer’ın dünya görüşü yok. Kafası kategorize edilmemiş ve kataloglanmamış. Erozyona (çığa) engel olacak ekili alan yok. Otoyoldan tren geçiyor. Fischer’a ihtiyacı olan bellenim güncellemesini yüklemekse özenle, derin devlet, gangster ve devrimci heveslisi burjuva çocuğu arketiplerinden modellenmiş bir örgüte düşüyor. Inception’daki rüyalar, karakterlerin kolektif zihinlerinden peydahlanıyor. Evet, hepsinin mimarı ve grubun hangi üyesine ait oldukları belli. Ama her birinin bilinç dışı rüyalarda yansıma buluyor. Rüya alemi rürayı görmekte olan herkesin katılımıyla oluşturuluyor. Yani organik bir render farm söz konusu. Bu nedenle Christopher Nolan’ın üç boyutlu çekmeyi reddettiği “Inception”ı, CGI sonrası sinemanın bir alegorisi olarak okumak da mümkün. Film, “The Matrix”le, bellenim güncellemesi temasının yanı sıra, hem bu self refleksivitesi, hem de sentinellerin Nebuchadnezzar’ı kanalizasyonlarda kovaladığı, ve filmin sonlarında da Nebuchadnezzar’a penetre ettiği dölleme sahnesi aracılığıyla ilişkilendirilebilir. Vaktiyle bir “Videodrome” okumasında, David Cronenberg’ün teknofobisinin, James Cameron’ınkinden (“Teminator” serisi vesilesiyle) daha biyoloji temelli, bu nedenle de daha çağdaş olduğunu yazmıştım. Şimdisi için biraz çocukça, çünkü tekno-endişeyle teknofobi aynı şey değildir ve ihtiyat olanağı alıkoymaz, onu test sürecine sokar. Ama biyoloji temelli endişelerin daha çağdaş olduğu konusunda hala kararlıyım. “The Matrix” ve “Inception” ise bu sefer olanaklılık üstüne giderek, insan makine ilişkisini merakla kurcalıyor. Hatta diyebiliriz ki, Nolan, son iki filmini IMAX’e adapte etmekle sinema izlencesini insan algısına bitiştiren bir teknolojiye yaklaşırken “Inception”ı üç boyutlu çekmekten kaçınmasıyla, tam da sibernetik kavramının uyandırdığı türden bir arzu-ihtiyat çelişkisini deneyimlemeyi amaçlıyor.

Filmin başından sonuna kadar, bir dizi suda uyanma ve suyla uyandırılma sahnesi izliyoruz. Bitki örtüsüzlük hali de bununla birlikte düşünülünce hakkıyla anlamlandırılabiliyor. Cobb, Saito’nun limbosunda uyanıyor ve Saito’nun adamlarınca karaya çıkarılıyor, Cobb ve Ariadne, Cobb ve Mal’ın tasarımında uyanıyor ve yine bitki örtüsüz karaya çıkıyor. Syuzhetdeki her katman bitkisizliğiyle ve merdiven metaforundan, ariadne göndermesinin amaçsızlığına ve sığlığına kadar ilksel (primordial) oluşuyla dikkat çekiyor. Yani evrim sürecinin erken aşamalarıyla eşlenebilecek durumda. Diyebiliriz ki, bu suda uyanmaların tekrarlanması, yani havva oğluyla adem kızının karaya çıkışta teklemesiyle Nolan, fikirsiz kapitalist zihnin bilişsel bir ilksel çorbaya (primordial soup) (Ya da belki de başlatımsal çorba. “Inception” kelimesini de “başlangıç”tansa “başlatım” olarak çevirmeyi daha doğru buluyorum.) bile erişmemiş olmasını eğretiliyor ve, “Belki de bilgi sahibi olmasak bile fikir sahibi olmalıyız.” diyor. Edward Abbey, “Büyümek adına büyümek, kanser hücresinin dünya görüşüdür.” demiş. Yönetmen de “Inception”da bırakın dünya görüşüne sahip olmayı, en temel oedipal çatışma adına büyüme derdinde bir sermayedarı anlatıyor. Burada, filmin antikapitalist okumasını yapmamı zorlama bulabilecek olanların filmin ana rüya sekansının tüm katmanlarının, bir 747’nin birinci sınıf kabinine eklemlendiğini gözden kaçırmamasını isteyebilirim. Bu durumda bütün bu rüya sahnelerinin neyin bilgi derinliği olduğunu düşünmemiz gerekiyor? “Birinci Sınıf”ın mı, “Business Class”ın mı? Uçağın mı? 747 efsanesinin mi? “Boeing”in mi? Hava yolu şirketinin mi? Yoksa bunların hepsini hangi küme kapsıyorsa, onun mu?

Sonuca gelirsek, elimizdeki, Christopher Nolan’ın en iyi filmi değil. Bir kıyasa gidecek olursak “The Dark Knight”ın anlatımı çok daha eklektik ve nazenindi. “Inception”ın anlatımıysa ismiyle müsemma başlatımsallıkta ve yer yer öğrenci filmi ilkselliğinde. Ama yanlış anlaşılmasın, yine de gayet güzel. Çünkü söz konusu ilkellik gayet kasıtlı.

Not: Belki de ilk kez bir yazıyı not almadan yazdığım için, yazıyı yayınladıktan sonra eksik olduğunu fark ettim ve bu nedenle bir ekleme yapıyorum.