Monthly Archives: Ekim 2011

Ettiğin İnkara Saldım Ben Seni – Nar

Antalya’da izlediğim üçüncü ve son film Ümit Ünal’ın “Nar”ı. Film esas kızın uyandığı gibi yastığın kenarına iliştirilmiş bir, “Uyandırmaya kıyamadım.” notunu bulmasıyla başlıyor. Başta geyik bir aşk tasviri ve kolaycı bir senaryo ayrıntısı gibi gelen bu sahne, Deniz’i (İrem Altuğ) bu alegorinin kandırılarak manipüle edilen ve güdüleneni, yani bu toplumun halkı olarak konumlandırmak için yerleştirilmiş. Çünkü film, ona ismini vermekle kalmayan, syuzhet’de tüm çağrışımlarıyla birlikte yer alan narın, tarihi bir simgesi olduğu Ermeni halkının bu ülke tarihinde uğradığı soykırımın kabullenilme sürecinin alegorisi. Kapıcı Mustafa’nın (Erdem Akakçe) belleğinden çıkan, ağzından çıkan söz topu topu anlaşılmaz bir “mannak noni” olan ve taşlanarak kovalanan deli kız, düpedüz yabancı bir dil konuştuğu, yani azınlık olduğu için sürülüyor. Torununun ölümünün suçu haksız yere kızına atılmış olan Asuman’ın (Serra Yılmaz) bütün derdiyse, elindeki belgeyi imzalatmak, yani inkarın reddi, sorumluluğun kabulü.

Ama sorumluluk muktedir tarafından özenle katmanlara gizlenmiş. Dr. Sema (İdil Fırat) eve geldiğinde, Deniz’in, cinsel kimliğini fark edememiş olması nedeniyle Asuman’a söylediklerinin benzerini Deniz’e söylüyor. O ana dek elinde bir farkındalık kozu bulunan ve Asuman’ın çocukça saflığını azarlayan Deniz, bir anda çocukça saflığıyla azarlanana dönüşüyor. Çünkü o ana dek Sema, Deniz’i böyle manipüle etmiş. Deniz’in cinsel kimliği, noksan olan farkındalığı ikame etmiş. Filmin sonunda kendisini evden dışarı atan Deniz’in divane oluşu, Sema’nın gerçek yüzünü, ya da ilişkilerinin dibindeki riyayı keşfetmesinden çok, çoğunluk dışı cinsel tercihinin ona sağladığı, “Kendimi ve dünyayı çoğundan iyi tanıyorum.” yanılsamasının çöküşünden geliyor.

Sonuçta oyunculuk dersleriyle oyalanan, uyandırılmaya kıyılamayan, yatakodasındaki alanını rolünün adı konmadan ama aynı zamanda üstelemeden kabullenmiş olan Deniz’in, yarı ayık güdümlülüğünü kaybetmesine izin verilmeyen çoğunluk yurttaş olduğu öyküde, yatalak kocası ve aklını yitirmiş kızıyla aç sınıfın yürüyen laneti de Asuman oluyor.


İkili Kontrast – Canavarlar Sofrası

Antalya’da izlediğim ikinci film, Ramin Matin‘in “Canavarlar sofrası” (The Monsters’ Dinner ) adlı filmi. Filmdeki eylem, takdir edilme ilişkisi tam bir ikili zıtlık üstünde çalışıyor. Öykü dünyasının değer yargıları tam manasıyla dijital. Siyah ve beyaz, klasik bir, “Senin dünyanda griye yer yok. Siyahların ve beyazların var.” sığlığında kullanılmamış. Zaten filmin hoşuma giden yanı da bu. Siyah ve beyaz, zıt iki renk olmalarıyla değil, renk olmayan iki zıtlık olmalarıyla kullanılmış. Siyah beyaz monokrom, öyle bir zıtlıktır ki, biri tüm renklerdir, birinde renk söz konusu değildir. Filmin sanat ve görüntü yönetiminde yapılan renk skalası tercihi, ya tüm dalga boyları, ya da hiçbir dalga boyu açıklığında yol alıyor. Öncelikle J’nin, ama aslında tüm karakterlerin eylemleri, diğerleri tarafından, kınanmadığın müddetçe her şeyi yapla, kınanacağından emin olmadıkça kılını kıpırdatma skalasında hareket ediyor. Söz konusu renk zıtlığı da meşru-yasal ayrımındaki bu tuhaflığa çalışıyor. Tabi böyle olunca, filmin çekimlerinde kullanılan Red dijital kameranın görece dar dinamik aralığı da anlatıma koşut gidiyor. Filmin, eylemlerin mutlak meşruiyetten mutlak gayrimeşruiyete vardığı, ve farkı belirleyen tek değişkenin de yakalanma olduğu evreninde, yakalanmadınız müddetçe aslında her şey “cool”. İyi zulaladığınız müddetçe yasak olan alkolü tüketmeniz, arkadaşınız Liechtenstein’lı olmadığı müddetçe Vaduz’un amına koyayım diye haykırmanız, hastalık kapmadığınız müddetçe her çeşit beden sıvısının tadına bakmanız kınanmıyor.

Yalnız, bu tarz aşkın sosyal kontrol distopyalarının hemen hepsinde görülen, sosyal kontrolün öznesinin cisimsizliği, muğlaklığı ve bildirilmemişliğiyle koşut giden bir sinisizmin, bu filmin de yumuşak karnı olduğuna inanıyorum. Çünkü bu tavır filmin tespitini bir çıkarsamadansa bir hissiyata yakınsatıyor. Ve donanım ya da özgüven sorunu yaşamayan her sinemacı en azından içten içe bilir ki sanatta duyguya yer yoktur. Çok mu keskin ve iddialı geldi? O laflar boy boy…


Bu Kadar Anlatımsızını İzlememişsinizdir – Isztambul

Antalya Altın Portakal Film Festivaline yengeçten konuk olma şansı buldum. Çok filme gitmedim ama izlediğim bir iki tanesi için kısa bir şeyler yazmak istiyorum.

İlki Ferenc Török‘ün “Isztambul” (İstanbul)u. János (Andor Lukáts) karısını genç öğrencilerinden biriyle aldatan orta yaşlı bir akademisyen. Mimari üstüne ders veriyor ve iddiası dürüstlüğün yetenekten daha önemli olduğu. Ama János’un tam da olmadığı şey, dürüst bir kişi. Karısını aldatıyor, sorumluluk almıyor, halihazırda onun olan sorumluluktan kaçıyor ve bahane buluyor. Karısı Katalin’se (Johanna ter Steege), genç aşka meylederek kendisinden zamansal bağlamda uzaklaşan kocasından mekansal bağlamda uzaklaşmaya karar veriyor. Romanya sınırını geçtikten sonra da televizyonda gördüğü kim bilir kaç zamanlık hac durağı, ibadet merkezi İstanbul’a doğru yol almaya niyetleniyor. Takıları inceliyor, kullanımdan çıkmış, eski bir hamamı ziyaret ediyor, yeniden doğumuna aracı olmuş olan aracın küçük ölçekli bir oyuncağını alıyor. Hatta dini yolcuğuğu Kapadokya’da bitiyor. Katalin’in haccı, çoğu insanınki gibi yurdun doğusuna ve güneyine yöneliyor.

Az önce yaptığım hac okumasının zorlama olduğunu düşünenlerdenseniz kulübe hoşgeldiniz. Evet, bence de zorlama, yani bu film neredeyse tamamen anlatımsız. Ama zaten bu filmin okumasını yapmak istememin ve uzun zamandır bloga eklediğim ilk yazının bu olmasının nedeni belki de bu. Ara sıra okumalarımın aslında kastedilmemiş anlamları kapsadığı eleştirisini alıyorum. Ama bana soracak olursanız, herhangi bir anlatıya yüklediğiniz işlevin kastedilmiş olmasının ilk ağızdan gelen basit bir sağlama olmaktan öteye bir anlamı yoktur. Biraz postmodernist bir tavırla, film yaratım süreci izleme ediminin sonrasına da taşar ve anlamlandırma izleyicide biter. Bunu vurgulamak için de belki en uygunu, en göstergesiz, sade suya anlatı filmin okuması yapmaktı.